Pera Palas’ta Gece Yarısı: Köklere, aidiyete ve aşkın zamansızlığına dair bir yolculuk

Pera Palas’ta Gece Yarısı: Köklere, aidiyete ve aşkın zamansızlığına dair bir yolculuk
Netflix’te bize ait yeni bir iş görünce heyecanlanıyorum her zaman. Bu ilk projeden beri böyle. Oyuncularımızın, senaristlerimizin, yönetmenlerimizin televizyondaki belli kalıplara sıkışmadan nispeten daha özgür, daha esnek, daha cesur davranabilmelerine imkân verdiği için, hangi diziyi sevsek başına bela olan bir reyting kılıcı olmadan dizileri izleyebildiğimiz için dijital dizi/film platformlarının hayatımıza girmesinden memnun olanlardanım. Türk dizileri Netflix’e daha önce ekranlarda pek izleyemediğimiz fantastik yapımlarla girdi. O işlerin her birine de saygı duyuyorum. Çünkü bir şekilde bu temalarda öncü işler gerekiyordu. Eksiklikleri de olsa bu cesareti gösterip bu adımı attılar. İyi ki de yaptılar.
 
Gelelim Netflix’te bir haftadır birçok ülkede ilk sıralara giren yeni dizimiz Pera Palas’ta Gece Yarısı’na… Serde fantastik, bilim kurgu hayranlığı da olunca özellikle bu temalar üzerine çıkan yeni işlere bakıyorum olabildiğince. Her ülkeden, her dilden…. Kimisini bitiriyorum, kimisine ise ancak birkaç bölüm dayanabiliyorum. Pera Palas’ta Gece Yarısı ülke ayrımı yapmadan her bölümünü hiç sıkılmadan izlediğim ender fantastik yapımlardan oldu. Diziyi izlerken “gerçekten sevdim, güzel yapmışlar” hissini en çok aldığım dizimiz olduğu gibi, kendi türünde de en son hangi yapım için bunu söylediğimi hatırlamadığımı fark ettim. Bence Pera Palas’ta Gece Yarısı’nın en önemli özelliği zaman yolculuğu gibi şu an için fantastik kabul ettiğimiz bir unsuru taşımasına rağmen aslında çok gerçek ve yaşayan bir hikâye olması. Pera Palas’ta boyutlar ve zamanlar arası bir geçit var ve ana karakterimiz Esra o geçitten geçiyor. Kendini birden 1919 İstanbul’unda buluyor. Fakat bu olağandışı durum dışında Esra normal, herhangi bir süper gücü olmayan, kendini korumak için hiçbir hazırlığı olmadan geçmişe gitmiş bir insan.  Esra’nın en kritik zamanlarda ellerinden elektrik dolu şimşekler çıkarmayacağını, bir yerden büyülü bir şey çıkarıp kurtulamayacağını biliyorsunuz. Öyle üstün dövüş yetenekleri de yok. Kendi bulduğu yollarla, fikrilerle ilerliyor ve bunu yaparken bize de kendisini tanıtıyor. Bu durum da dizinin gerçekliğini arttırıyor.

Bir anda kendinizi 1919 İstanbul’unda bulsanız ne yaparsınız? Dizinin bize sorduğu ana soru bu ilk bölümde. Sonrası zaten o yapılanları telafiyle geçiyor daha çok. Burada Esra’ya söyleyeceğim şeyler var. Sevgili Esra daha Mustafa Kemal Paşa Samsun’a bile çıkmamışken o masaya oturup bir masa dolusu İngiliz’e nasıl anlattın yapacaklarını? Adamlar zaten şüpheleniyordu. İyice emin oldular sayende.  Tamam insan aşka gelip “Geldiğiniz gibi gideceksiniz” diye bağırmak ister anlıyorum, hani rüya veya hayal sanıp içindekileri dökmek istedin belki ama nasıl anlattın Ata’mızın planlarını öyle? Yüreğimiz ağzımıza geldi. Neyse sonrasında çok çabaladın, affettirdin kendini. Gelecek sezonlarda daha dikkatli olacağını umut ediyorum. 
 
Hepimizin ortak evi ve kimliğimizin önemli bir parçası yaşadığımız vatandır. Esra Köksüz de soyadını her ne kadar köksüz koymuş olsalar da en önemli kökünün kurulacak Cumhuriyet’e ait olduğunu biliyordu. Esra’nın kendi köklerini bulmasının sadece bir anne baba ve soy bulması ile ilgili olmadığını düşünüyorum. İlk aidiyeti Türkiye’nin kurulması tehlikeye girince hissetti. Çünkü Esra Türkiye’ye aitti. Modern Türkiye’de edindiği haklar ile yaşayan, bu ülkenin okulları ile okuyup gazeteci olan genç bir kadındı. Yabancı dil biliyordu. Araba kullanıyordu. Fikirlerini özgürce söylüyordu. Vatan sevgisinin yanında, Esra olabilmesi için de Türkiye Cumhuriyeti‘nde büyümeliydi. Bunu 1942 yılına gittiğinde daha da iyi gördü. Çünkü İngilizlerin planladığı suikastı engelleme görevini yerine getiremeden geleceğe gittiği için suikastın olduğu bir 1942 yılına gitti ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmamıştı (düşüncesi bile korkunç).  Peride’nin o minik tatlı kızı Cumhuriyette büyüse kim bilir kim olabilecekken, kendi ülkesinde kaçak gibiydi, direnişçi olmuştu ve hayatı tehlikedeydi. Reşat her ne kadar 1919'’a İngilizlerle çalışsa da 1942’de o da İngiliz karakolu basıp Türkleri kurtarıyordu.

Bu noktada hemen bir parantez açıp diziyi şu açıdan da kutlamak istiyorum; Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’un işgal altında olduğunun altının çizilmesi. İşgal altındaki şehirde yaşamla ilgili de etkili örnekler verilmiş (Bu vesile ile işgal İstanbul’uyla ilgili romanları da okumanızı tavsiye ederim. Mesela Esir Şehrin İnsanları gibi.). Bu daha da ileri götürülerek Türkiye Cumhuriyeti kurulmasa İstanbul’un da bizim olmayacağı bir kesit verilmiş. Türk bayraklarının olmadığı, Türkçe tabelaların olmadığı, eczacısının (ve muhtemelen doktor, avukat, işçi, bankacı, vs. hiçbir iş sahibi insanın) Türk olmadığı bir İstanbul resmi verilmiş. Dizinin en kâbus kesiti de o kısımdı bence.  

Kabuslardan uzaklaşıp güzel şeylerden bahsedelim biraz da. Rhett Butler’dan bahsedelim mesela. Rhett mi dedim pardon Halit’ten bahsedelim. Fakat o ne Rhett Butler edası Halit Bey! Ama 1919 Halit’inden bahsediyorum.  Dizi boyunca o hafif alaycı, tekinsiz ama çekici, bazı bazı acımasız ve keskin halleriyle bir Rhett Butler havası esti durdu. Öncelikle Selahattin Paşalı’yı tebrik etmek istiyorum. Oyunculuğunu zaten beğeniyordum. Bu dizide de bu devam etti. Eskiden belli bir esas erkek çizgisi vardı dizilerde. Ciddi, esip gürleyen, ne kadar aşık çizilse de aslında ben merkezli ve ukala, genelde iş adamı (ya da oğlu), zengin ağa/bey ya da fakir ama gururlu erkek, ya da silahlı dizilerdeki erkek tipleri. Bu ana kalıplar biraz oynuyor, biraz esniyor ama değişmiyordu. Artık yavaş yavaş değişiyor, karakterler çeşitleniyor ve bu da izleme keyfini arttırıyor. Bu çeşitli karakterlere girebilecek oyuncular da ön plana çıkıyor. Selahattin Paşalı da çeşitli karakterlere girebilecek oyuncu kumaşına sahip olanlardan. 1917 Halit’i nasıl güvenilmez, sevimli ama masum yüzlü bir serseri ise, 1919 Halit’i tekin olmayan, karizmatik ve gizemli bir adam… İkisi de Halit, ikisi de aynı dizide ve ikisine de inanıyorsunuz, ikisini de seviyorsunuz.

Başlıkta aşkın zamansızlığı tanımını kullanmışım. Zamansızlık derken sadece hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkmasını değil, birbirini sevecek iki ruhun birbirini bulduğunda zamana ve mekâna bakmadan seveceği inancını da kastediyorum. Esra ve Halit’in birbirine hissettiği duygular da öyle. Esra günümüze ait bir insan, Halit ise 1900’lerin başlarına ait. Yaşamları, alışkanlıkları, dünyaları bu çerçevede şekillenmiş. Fakat yaşı ve zamanı olmayan ruh, eşini gördüğünde hemen tanır mı? İçimdeki uslanmaz romantik tanır diyor (hadi hemen olmasa da biraz zaman geçirdikten sonra diyelim). Yerli Rhett’imiz Halit de inanıyor olacak ki Esra’yı ilk gördüğünde bunu dile getiriyor. Buna öyle inanıyor ki onu iki sene arıyor, Peride’nin sevdiği kadın olmadığını anlıyor ve sevdiği kadının kim olabileceğine dair araştırma yapıp teoriler üretiyor.

Esra ve Halit yerli yabancı son zamanlarda izlediğim en güzel çiftti desem abartmış olmam. Kadın ve erkeğin ikisinin de ayağının yere sağlam bastığı, takım arkadaşı da olabildiği, birbirine destek olduğu, her ikisinin de koruyucu ve güç veren kişi olabildiği, ikisinin de diğerinin karakterine saygı duyduğu ve hayallerine inandığı ikililer pek gelmiyor. Yabancı yapımlarda yeterince duygu birikmeden her şey olup bitiyor ve ilişkilerin sürdürülebilirliği sorunlu oluyor; yerli yapımlarda ise öyle başlasa bile sonunda dizi çiftlerinin başına gelen genel olaylar zincirine tabi oluyorlar. İlk sezon itibari ile Esra ve Halit tam bir eşit partnerlik içindeydi. Bunun yanında duygusal derinlik desen var, tutku desen var, aşk acısı var, imkânsız aşk unsuru var. Var da var. Birbirine hiç yabancı olmayan, hep mutlaka birinin diğerini tanıdığı bir çift nasıl sevilmez?
 
Kökler ve aidiyete de tekrar değinmek istiyorum. Esra bu yolculukta kendi ailesini kendisi oluşturdu. Peride’nin babasının gerçekten büyük büyükbabası olabileceğini düşünüyorken bile mesela hiç onu bir baba figürü yerine koyup özel bir ilgi göstermedi. Kökü orada olsa bile aidiyeti oraya ait değildi. Ahmet hep abisiydi ama. Kapıdan girip onu karşıladığı andan itibaren onu abi yerine koydu ve o samimiyetle konuştu. Esra Halit’i gördüğü ilk andan beri, onun düşmana çalıştığını düşünürken bile o çekim vardı aralarında. Sonra vatana ihanet etmediğini öğrenince kalbiyle arasına koyabileceği engel de kalmadı. Bir abi ve bir sevgili edindi bu yolculukta. Bu sürede o hiç açmadığı zarfın da önemi gittikçe azaldı. Sadece kendi soyuna dair ipuçlarından dolayı değil, kendini zaten birilerine, önemli bir şeylere ait hissettiğinden. Aşkı Halit’e, abisi Ahmet’e, kurulması için çalıştığı ülkesine... Bu arada şunu da belirteyim. Esra, Atatürk’e sarıldığında bir babaya sarılır gibi sarıldı. Çok özel bir sahneydi. Hepimizin evi olan ülkemizi kuran ve özellikle bir kadın olarak kendi potansiyelimizi bulma imkânı sağlayan eğitim, hak ve eşitlik gibi önemli ihtiyaçları bizlere veren adam önemli bir baba figürüdür de. Esra o duyguyla sarıldı ve bize hissettirdi.
 
Cumhuriyetin özellikle kadınlar açısından kazanımlarının anlatıldığı sahneleri de çok beğendim. Göze sokmadan ama etkili şekilde verdiklerini düşünüyorum. Araba kullanan Esra’ya tepkiler, İngilizce bilmesine duyulan şaşkınlık, Peride’nin babasının bir evde iki kadınla yaşaması ve ikisinin de karısı olması, Esra’nın Peride olarak karşılaştığı kısıtlar…. Güzel serpiştirilmiş etkili sahnelerdi hepsi.
 
Son olarak tüm oyunculara ve ekibe teşekkür etmek istiyorum. Sevgili Tansu Biçer, Ahmet abi olarak zaman yolculuğunu inanılır kılan unsurlardandı.  Kapılar hakkında ve otel hakkında her şeyi bildiğini zannederken, bilmediğini anlayışıyla birlikte o da kendi yolculuğuna çıktı. Hem hoca ve yol gösterici, hem öğrenci oldu. Esra ile ilişkileri dizinin en güzel unsurlarından biriydi. Selahattin Paşalı hakkında zaten yukarıda yazdım. Ah be Halit daha sevdiceğinin adını bile bilmiyorsun diyerek, onu Pera Palas yollarında hayal ederek uğurladım bir sonraki sezona kadar. Hazal Kaya’ya da böyle güzel bir Esra olduğu için teşekkür ederim. Pek şöyle oynadı, burada böyleydi diyesim gelmiyor. Çünkü benim için Pera Palas’taki kişi Esra.

Heyecanıyla, bocalamasıyla, kendini içinde bulduğu durumlara tepkileriyle ben onun Esra olduğuna ve Esra ve Peride’nin ayrı insanlar olduğuna inandım. Uzun uzun analiz etmek onun Esra değil rol yapan Hazal Kaya olduğunu itiraf etmek olacak. Bunu yapmak istemiyorum.

İkinci sezonu şimdiden sabırsızlıkla bekliyorum.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER