Daha iyi bir dünya için
Özgürlüğün de, tutsaklığın da mertebeleri vardır. Mesela, June içinde bulunduğu durumda kendini sıkışmış, hapsolmuş hissediyor, bu esaret en beteri, daha kötüsü olamaz. Sonra bir de bakıyoruz ki tutsaklık da tek değilmiş, insan hapis içinde hapis yaşayabiliyormuş. Dışarı çıkıp markete gitmek aslında bu esirlere bahşedilen bir şeymiş. Bir an dahi olsa gökyüzünü görmek, özgür olmakmış meğer. İnsan bunu ancak, daha beterini yaşadığında anlayabiliyor. Bir odada tıkılı kalarak, güneşi görmeden geçen günler git gide işkenceye dönüşüyor. Ta ki geçmişten bir mesaj, bir umut ışığı görene kadar. ‘Nolite te bastardes corborundorum’ Geçmişte kendisi gibi buralardan geçmiş birini görmek June için bir teselli, belki de yalnız olmadığını hissetmek. Bir yandan da selefinin akıbeti, kendisinin de gideceği yer hakkında bir takım fikirler verecek June’a.
 
Kumandanla özel buluşmasında öğreniyor olan biteni. Bir önceki Offred ölmüş, içinde bulunduğu durumu kaldıramayarak intihar etmiş. Belki de bunun tekrarı olmasın diye küçük yaşam alanları açıyor kumandan June’a. Bu kimi zaman bir oyun, kimi zamansa bir dergi oluyor. O saçma bulduğumuz, klişelerle dolu dergi sayfaları June için can suyu oluyor adeta. Tamamen yok olduğunu sandığı ‘eski dünya’nın hala var olduğunu gösteren bir umut ışığı belki de ve aynı zamanda istenildiğinde o sıkı kuralların yıkılabileceğinin de bir göstergesi.
 
Bir başka kural ihlalini de Mrs Waterford’dan görüyoruz. Üstelik bu diğeri kadar masum da değil. Bunca zaman kutsal kitaplara dayandırdıkları, üzerine nice nutuklar attıkları o ahlak kurallarının, amaca hizmet edecekse nasıl da bir kenara atılabildiğini görüyoruz. Başka koşullarda ahlaksızlık sayılacak bir ilişki, sonunda elde edilecek kutsal meyve için alabildiğine doğal karşılanabiliyor. Üstelik herkes yapıyorsa, onların yapması o kadar da sakıncalı olmuyor.
 
5. bölümde aslında kurulan düzenin altında yatan fikirler hakkında biraz daha bilgi sahibi olduk. Biyolojik kader konusu bunlardan biriydi. İnsanların varlığını tüm duygulardan, bilgilerden, üretimlerden soyutlayıp, neslin devamına indirgeyen bir anlayış var. Kadınların aslında yüz yıllar boyunca verdiği özgürlük, hak, eşitlik mücadeleleri nafile bir çaba. Kadının varlığı ancak çocuk doğurabildiğinde anlamlı ve gerekli. Bunun haricindeki peşinden koşulan her şey yanılgıdan ibaret, elbette bu yanılgı listesinin başında aşk var. Bu fikri altyapı da zaten homoseksüelliği, doğurganlık söz konusu olmadığından alabildiğine lanetliyor, çünkü bu biyolojik kadere yapılmış bir ihanet.
 
Bir diğeri de tüm bu yaşananların dünyayı daha iyi bir yer yapmak için yapılıyor olması. Elbette ölçü herkesin iyiliği değil, tam olarak kimler olduğunu bilemediğimiz bir zümrenin iyiliği, yaşamını devam ettirebilmesi, büyük bir kitlenin yokluğa mahkum edilmesine değiyor. Her ne kadar yokluğa mahkum etmelerden bahsetsek de, bu hikaye bize dönüp dolaşıp hep aynı şeyi gösteriyor. İnsanın mahkum edildiği zindanları değil, tüm baskı ve yasağa rağmen içinden sökülüp atılamayan benliğini izliyoruz. Fikirler, hisler bir şekilde açığa çıkıyor, hayat ancak bu duygularla devam edebiliyor.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER