Malumunuz yakın zamanda Sen Anlat
Karadeniz’den bazı önemli ayrılık haberleri geldi. Öğrendiğimden beri vedalaştığımız ekibin bende nasıl bir etki bıraktığını anlatma ihtiyacı hissediyorum. O yüzden istedim ki 21 bölümlük yolculukta
varılan hedeflerin ve kendimce yarı yolda kaldığını düşündüğüm noktaların üzerinden
geçeyim. Bir izleyici olarak naçizane fikrimi aktardığımı
hatırlatmak isterim, ahkam keser gibi görünürsem şimdiden affola.
Beğenin ya da beğenmeyin SAK bu sezonun en
gürültü koparan işlerinden biriydi. Açıkçası şiveli dünyalara dahil olmakta zorlanan
biri olarak başta çekinceli yaklaşsam da kadına şiddet temalı yerli/yabancı hikayelere
olan özel merakım yüzünden izlemeye başladım. Beni ekran başına oturtan sebep
buydu ama bıktırıp kaldırmayan da SAK’ın ta kendisiydi. Ekranda birbirine
benzeyen bir dolu hikaye varken dizinin bu taze hissi nasıl yakaladığına bir
süredir kafa yoruyorum.
Nefes oğluyla beraber kendinin de
akıl sağlığını koruyabilmek için alternatif bir gerçeklik sunarak başlıyor
hikayeye. Yaşadığı dünyadaki iyi kötü herkesi birer masal kahramanına
dönüştürüyor. Çıkış noktanız bu olunca izleyenleri yaratılan dünyadan
koparabilecek kadar şiirsel –hatta bazen arabeske kaçan- replikleri yavaş yavaş
kanıksamaya başlıyorsunuz. İzlediğim her şeyde doğal diyalog kovalayan biri
olarak SAK’ın bu inadına bir süre sonra ben de boyun eğdim. Başlangıçtan itibaren inandırıcılığı
tehlikeye attığını düşündüğüm birçok abartılı sahne izledik. Fakat zamanla bu
teatral havanın aslında bilinçli şekilde tercih edildiğini, gerçekliğin dışına
bilerek taşılarak farklı bir seyir deneyiminin amaçlandığını düşündüm. Tahir,
Nefes’e “Senden destan olur” derken belki de seyirciye “Bakın bu izlediğiniz hikaye bir destan” demek istemişti ya da bu durumun benim bilmediğim çok basit bir
sektörel cevabı var. Şimdilik romantik ihtimale tutunmayı tercih ediyorum.
Sınıflar üstü bir mesele bu yengem
Peki SAK’ın başarısının formülü
ne? Bir yerden başlamak gerekirse öncelikle “merakı canlı tutmak” diyebilirim.
Daha ilk bölümden kahramanlarını büyük bir yükün altına soktu ve
çaresizliklerini ustaca hissettirdi. Bunu yaparken hareketi ve mekanı bol tuttu
ki tempo hiç düşmesin. Ana karakterle hemen bağ kurmamızı çarpıcı şiddet
sahnelerine borçluydu. Tartışmalara yola açan meşhur dayak sahnesinde Vedat sadece
Nefes’e değil bize de tokat attı ve o andan itibaren Nefes’in derdi artık bizim
de derdimizdi. Diğer yandan işler çoğu zaman tahminimizin dışında
gelişti. En çaresiz anların aslında bir oyunun parçası olduğunu, meselenin arka
planında her zaman zannettiğimizin ötesinde bir şeyler yattığını gördük.
Korkunç uzunluktaki bölümlere rağmen diziyi sıkılmadan izleyebilmeyi biraz da
bu ters köşelere borçluyuz.
Merak duygumuzu ateşleyen
şeylerden biri olayları çoğunlukla kronolojisinden farklı bir sırayla
izlememizdi. Gözümüzü bir çengele asılmış vaziyette açıp sonra oraya nasıl
geldiğimizi anlamaya çalıştık. Sezon sonuna doğru eski repliklere gönderme
yapan flashbacklerin artması can sıksa da bunun haricinde kullanılan doğrusal
olmayan kurgu, dizinin itici güçlerinden biriydi.
Hikaye toplumun tüm kesimlerinde
rastlayabileceğimiz türden olsa da işlendiği coğrafyanın lezzetli sosuna
batırılarak önümüze kondu. SAK sayesinde Karadeniz’in giyim-kuşamına, yeme-içme
alışkanlıklarına, günlük ve dönemsel birçok rutinine şahit olduk. Kısacası bir
kültürü içerden tanıma fırsatı yakaladık. Karakterler arasındaki ilişkiler ve
rollerin şekillenmesinde de payı olan bu zengin yerellik senaryonun yakaladığı
özgün dile fazlaca hizmet etti.
Yerelliğin sağladığı fırsatları iyi
değerlendiren senaristler SAK izleyicisinin kendi arasında konuşup günlük
hayatına uyarladığı bir jargon yarattı. Açıkçası bana göre bu işi en özel kılan
şeylerden biri kendi dilini doğurması. Sanıyorum bunu başaran çok az iş vardır.
Ek olarak bu derece ağır bir dramı seyirciyi boğmadan işlemeyi başarmak da
büyük meziyet. Temanın duygusal ağırlığının bilinciyle aralara nefes aldıran
komik/absürt durumlar yerleştirilmiş ve kötü adam dahil neredeyse herkesin
ağzından bolca ironi duyuyoruz. Diyaloglardaki dolambaçlı ifadeler kulağa bazen
zorlama gelse de genelinde parlak bir mizah duygusundan beslendiği belli.
Sürmene'nin tezenesi...
Özgün anlatıma katkı
sağlayan tercihlerden biri dini öğreti ve pratiklerin kahramanların hayatında bu
denli yer tutması. Hikayenin mütedeyyin tonu zamanla izleyicinin bir kısmını
uzaklaştırsa da hikayeler yazarlarının dünyaya bakışını kaçınılmaz olarak
yansıtır ve bu SAK özelinde bana iyi ki tercih edilmiş dedirtiyor. Çünkü hitap
ettiği kitlenin dinamiklerini iyi çözümlemiş doğru bir iletişim kanalı olarak
görüyorum bunu. Kalan sağlarla devam edilen bölümlerde ahlakçılığı ve
bağnazlığıyla nefes aldırmayan topluma, gerçekten “vaaz verilerek” temel insani
değerler hatırlatıldı ve ikiyüzlülükleri bolca eleştirildi.
SAK’tan bahsederken müthiş
görselliğinin altını çizmeden olmaz. Hikaye arkasına Karadeniz doğasının
ferahlığı ve masalsılığı alarak olan biteni şahane fotoğraflar aracılığıyla
izlememizi sağladı. Dört duvara sıkışmış işlerin arasında bu manzaralı tepenin
heyecan vermesi pek de sürpriz olmasa gerek.
Karakterlerin çok boyutlu oluşu
dizinin diğer bir güçlü yanı. Neredeyse herkesin sonradan vakıf olduğumuz,
temel hikayeyi etkileyen ve bizi seçimlerine ikna eden bir derdi var. Gördüğümüz
yüzleri bu hale neyin getirdiği vakti geldikçe bize anlatılıyor. Tabii oynayanların
hakkını da teslim etmek gerek. Bu bir plaza ya da mahalle dizisi değil. Kaçma
kovalamacanın hiç bitmediği, hem fiziksel hem duygusal açıdan fazlaca efor
isteyen sahneler barındırıyor. Fakat belli ki zor şartlara rağmen çok gayretli
bir ekiple çalışıyorlar. Bu gayretlerin sonucu olarak Mehmet Ali Nuroğlu
ekranlara kibar psikopatlığı ve absürtlüğüyle fenomen bir kötü karakter hediye
etti. İrem Helvacıoğlu’nun acı çekerken duyguya ortak edebilme becerisine, Ulaş
Tuna Astepe’nin bu kadar uçurumlu bir karakterde ağzından çıkan her sözcüğün
doğru duyguyu bulmasına ve tabii Demir Birinci’nin içimizi eriten masumiyetine kayıtsız
kalmak mümkün değil. Uzun bir isim listesi yapmadan toparlayayım, karakterlerin
büyük çoğunluğu iyi ki o isim oynamış dedirtiyor. İki saati geçen sürelerde,
teatralliği yüksek bir metin üzerinden bol dış çekimli ve tempolu aksiyon
sunmaya çalışan bir ekibe helal olsundan başka bir şey denmez.
Nefes kalk çabuk Zulmetme Karadeniz çalacak
Bunların hepsi tamamsa neler havada kaldı? SAK’la ilgili en çok kafa
karıştıran şey insanlar iyileşme izlemeyi beklerken yaratıcılarının bitmek bilmez
bir mücadele anlatmayı ve izleyiciyi rahatsız etmeyi tercih etmesiydi. Bu
pencereden baktığımda projenin amaçladığı şeyi başardığını düşünüyorum. Fakat
anlamlı bir cevap bulamadığım durumlar da yok değil. Belli ki daha yolumuz var,
o yüzden şimdiye dek göremediğim ve bundan sonra görmeyi umduklarımı buraya
bırakayım.
Nefes Tahir’in zorbalıklarını
hiçbir zaman normallemedi. Tahir Nefes ve oğlunu canı pahasına dünyadan korurken Nefes de kendini
Tahir’in dürtüselliğinden korumaya çalıştı. Bu adamın erkek egemen ezberleri bolca sınandı ve içinden çıkan şefkatli aşığı gördük. Buraya
kadar her şey tamam. Fakat büyük resimde bizi bekleyen başka bir tehlike var.
Özellikle de genç kadın izleyicinin Tahir’in havalı aksiyon müziği eşliğinde
horozlanmalarına hayran olup böyle bir ideal adam şeması oluşturması işten bile
değil. Şiddet farkındalığı yaratalım derken “dozunda şiddet erkekliğin
şanındandır” noktasına gelmeyi zaten eminim kimse istemiyordur. Dizinin esas imtihanı bana
göre üzerinde yürüdüğü bu kıldan ince köprü. Elbette bu bir kamu spotu değil,Tahir de örnek adam olmak zorunda değil. Fakat bu gerçeğin, ancak biz kusurların farkında olduğumuz sürece bir anlamı var. Tahir'in sertliği karizmasını köpürten bir özellik olarak lanse edilirse anlatılmak istenenin çok uzağına düşen bir adama dönüşür. Her şeye rağmen kendisinin gözümüze
soktuğu bazı kırmızı çizgiler var. Örneğin “rıza” kavramını durup durup
izleyicinin suratına bağırdı, Nefes’in travmalarının bazen Nefes’ten daha fazla bekçisi oldu. Bu yolculukta bolca hata yapan, bazen ders alıp değişen, bazen de
bildiğini okuyan bir adamdı. Büyük dönüşüm için tüm benliğiyle özdeşleştiği Karadeniz’in
derinliklerine gömülmesini sembolik açıdan pek şık bulduğumu söylemeden
geçemeyeceğim. Sağ çıkarsa yeniden doğmuş bir Tahir göreceğiz ve bu beni
hikayenin ikinci perdesi için en çok heyecanlandıran şey.
Tahir süper kahramancılık
oynuyor onu anladık ama Nefes’in de ondan aşağı kalır yanı yok. Hatta bir de
Yiğit diyeyim, o da benden olsun. Olaylar hızlanıp sürekli taktik savaşı
verilirken, karakterlerin zayıflıkları gözden kayboldu. Halbuki bu hikayede
sürekli stres altında yaşayan travmalı insanlar anlatılıyor. Çocuğun velayeti
onda değil, Vedat her saniye enselerinde, kendisinin gelişiyle beraber ailenin
bütün dengesi altüst oldu ama Nefes kaybettiği bebeğinin ertelenmiş yasını
tutuyor. Terapiyi de bıraktı, evde kendi kendine iyileşmeye çalışıyor. Buna çok
anlam veremiyorum mesela. Yiğit desen annesinin gördüğü şiddeti birebir izlemese
de sonuçlarına hep maruz kalmış bir çocuk ama evliya gibi. Annenin kurduğu
masal dünyası bir süreliğine işe yarasa da bu çocuk hala ciddi bir velayet
çekişmesinin ortasında. Evde bir odada dayak yemiş ellerinden bağlı kız var, etrafından
silah eksik olmuyor… Yiğit’in psikolojisi bir noktada patlak vermeli sanki ya
da böyle bir tabloda büyüyen çocuğun benim kafamdaki tasviri çok farklı. Uzun
lafın kısası her birinin arıza verebileceği o kadar çok alan var ki. Bazen
çılgın aksiyon trafiği yerine keşke bu arızaları izleseydik diyorum.
Merhaba arkadaşlar kanalıma hoş geldiniz. Bugün size evde kendi bilişsel-davranışçı terapimi nasıl yaptığımı anlatıcam
Gelelim asıl soruya: SAK şiddet
mağdurlarına umut olabildi mi? Sağladığı katarsis ve destek olanlara/olacaklara
verdiği farkındalık bile başlı başına kazanım aslında. Hikayenin olay örgüsü çoğunlukla
Vedat tehdidinin etrafında dönüyor. Nefes Tahir, Kaleli ailesi ve Sürmene halkı
ile ilişkilerinden oluşan çemberinde her katmanla mücadele ederek küçük güvenli
alanlar oluşturdu. Fakat kendine ve onu koruyanlara hala zarar veren bir Vedat
var sistemde. Yasalar ve toplum zalim de olsa erkekten yana olduğundan Nefes mecburen
Vedat’ın ulaşamadığı yerlere sığıp oralarda var olmaya çalışıyor. Dolayısıyla
hikayenin vadettiği umut “Size destek olacak insanlar bir yerlerde sizi
bekliyor, mücadeleye devam” noktasından öteye henüz gidemiyor. Fakat nihayetinde
şiddet mağdurlarının zihninde “birileri var” düşüncesini filizlendirmek ve şiddete
tanık olanları ses çıkarmaya teşvik etmek bile çok kıymetli. Diğer yandan
savaşılacak bu kadar cephe varken iyileşme safhasını zamana yaymayı planlamış
olabilirler. Geldiğimiz noktada içtenlikle yazık oldu dediğim yer tam da burası
zaten.
Şiddet
çok hassas, her yerine dokunulamayan, istediğiniz kadar kapsamlı yazın yine bir
yanını eksik bırakacağınız bir konu. Bu bağlamda SAK, bizi şiddetin her türlüsüne
tanık etme konusunda çok cesur ve cömert davrandı. Bunu yaparken kimi zaman
parmak sallayarak kimi zaman doğurduğu sonuçları göstererek bize ulaşmaya
çalıştı. Kadının kadına uyguladığı şiddeti es geçmeyip kadın dayanışmasının
gücüne örnekler sundu. Şiddetin her zaman zalimlerin elinden çıkmadığını
hatırlattı. Bazen sevgisinden kuşku duymadığımız merhametli adamların da
kıskanç sözleriyle yaraladığını ya da yok sayıp yönetmeye çalışarak bu suça
bulaştığını gösterdi. Öncelikle bu kadar zor bir konuyu yazma cesareti
gösterip iyi niyetlerle binlerce mağdurun sesi oldukları için senaristlere bir
teşekkür borcumuz var. Keşke kalıp esirlikte kaybettiklerini birer birer geri
alan Nefes’i de anlatabilselerdi. Çünkü hikaye ancak bu yolla “umut olma” sözünü tam manasıyla tutabilir. Tabii tüm bu açık yaralara ne olacağını zaman gösterecek. Biz bir
kapıdan bu hikayenin evrenine girdik, şimdi bize kapıyı açanlar gitti ve
hepimiz içerde kaldık. Önce Nefes’ler ve çocukları sağ salim çıkaralım gerisi
hallolur diye umuyorum. Birinci perdede emeği geçen herkese çok teşekkürler, en güzel dileklerimiz gidenlerle olsun. Yeni dönemde görüşmek üzere…