Bölümü izlediğimden beri kafamda iki cümle dolanıp duruyor; ‘’Herkese
bir Can Manay lazım!’’ ve "Allah korusun bizi böyle tiplerden.’’ Hayat da böyle
değil mi ama? Sürekli olarak sızlanıyoruz ama yaşamaktan da vazgeçemiyoruz.
"Girişsiz yazı mı olur?" dediğinizi duyar gibiyim. Öyle dan
diye… Can Manay da Duru ve Deniz’in hayatına öyle dan diye girmişti, onu örnek
aldım diyelim. Gerçekten, adam bir anda ortaya çıkıyor. Önce yıl sonu
gösterisini kurtarıyor sonra sanat merkezi açmak istiyor. Deniz’in kurtarıcısı
(!) oluyor. Koruyucu melek gibi bir nev-i… Duru’ya ise kendini keşfetmesi için
ayna oluyor. İşin tuhafı Duru da sanki bunu bekliyormuş gibi açılıveriyor.
Mesela ben olsam bir "Hop! Yavaş ol. Daha iki günlük komşusun. N’oluyor öyle
rahat tavırlar?" falan derim ama o benim yabaniliğimden de olabilir tabii,
neyse oraları karıştırmayalım fazla.
Demek istediğim Deniz ve Duru monoton
hayatlarına ışık hızında giren Can Manay’a şaşırdılar ama şaşkınlıkları kısa
sürdü. Mesela üçüncü bölüm sonundaki öpücüğü "arkadaşça" diye tanımlayıp görüşmeye devam
ettiler. Hatta Duru seçmelere gitti. İşte burada Duru bana Can Manay’ı
fazlasıyla anımsatıyor. Hırsı ona her şeyi yaptırabilir. Nasıl ki Can Manay
istediği her şeyi elde etmek konusunda sonsuz iddialıysa Duru da konu kendisi
olduğunda her şeyi yapabilecek cinsten bir karakter. Her ne kadar Deniz’i çok
sevdiğini söylese ve hatta kendisi de öyle zannediyor olsa da aslında Duru, en çok
kendisini seviyor.
Burada aklıma acaba insan gerçekten de en çok kendini mi sevmeli
sorusu geliyor. Belki de kendimizden önce sevdiklerimize öncelik tanıyarak
hatayı biz yapıyoruz. Hayatımızın merkezine o çok sevdiğimiz insanı koyuyoruz
ve ondan da aynısını bekliyoruz. Ama o zaman biz de en çok kendimizi sevmiş
olmuyor muyuz? Benim beynim yandı gibi. Aslında Fi’yi bu kadar çok sevmemin en
önde gelen sebebi de bu. Karakterlerin içsel yolculuğu eşliğinde kendi içimizde
de bir şeyleri sorgulamaya başlıyoruz. Saatlerce boş boş ekrana bakıp, o öldü,
bu aşk acısından mahvoldu diye dertlenmek yerine düşünüyoruz. "Acaba ben de bu
kadar hırslı mıyım? Acaba ben de isteklerim doğrultusunda bu kadar çok
bencilleşiyor muyum?’’ diye kendimizi içsel bir hesaplaşmada bulabiliyoruz.
Yani en azından durumlar bende böyle. Ayrıca Can Manay’ın umutsuz aşık değil de
savaşan aşık hallerini de -her yaptığını onaylamamakla birlikte- severek
izliyorum. Kontrolünü kaybetmeden Duru’yu elde etme çabasını büyük bir merakla takip
ediyorum. Bir sonraki hamlesini beklerken, ki beklemeyi sevmem, büyük bir zevk
alıyorum.
Kırmızı ve Duru
Bölüme dair söyleyeceklerime gelirsek; en başta Can Manay
dersine iyi çalışan bir insan. Deniz’i araştırtması ve Alara’ya ulaşması sonra
onları iki defa karşılaştırması. Duru’nun tam da ihtiyacı olan şeyi ona altın
tepside sunması... Savaşan aşıktan kastım tam da bu. Adil bir savaş mı? Değil.
Hakkı var mı? Yok. Ama izlerken çok beğeniyor muyum? Evet! Sümsük aşıklardan
bıktım. Biraz da böyle takılalım.
Deniz’in en büyük hatası belki de en büyük
tutkusu. Müziğe olan adanmışlığı Duru’nun ellerinden kayıp gittiğini görmesini
engelleyecek kadar büyük. Ve de Alara’yla olan geçmişine bakılırsa şöhrete
antipatisi olduğu da belli. Duru röportaj meselesini söylediğinde verdiği
tepkiyi Alara hikayesini öğrendikten sonra bir yere koyabildim. Yoksa alt
tarafı röportaj yani. Ne var sanki…
Performanslara değinmeden olmaz ama. Serenay Sarıkaya Duru’yu
oynamıyor, Duru olmuş. Dans sahnelerinde hiç sırıtmıyor performansı. Ya da Duru’daki
hırsı bize aktarırken kafamda onun Serenay olduğunu unutuyorum. O artık Duru.
Hatta sanki hep Duru imiş de yeni ortaya çıkmış gibi. Bu proje için yaptığı ön
hazırlığa, gösterdiği gayrete saygım sonsuz. Ama karşılığını alacağına da
inancım tam. Yolu açık olsun. Ozan Güven ilk üç bölümü bitirdiğimde
performansıyla beni en çok şaşırtan kişi oldu belki de. Çünkü tanıtımlarda çok
bir beklenti oluşmamıştı. Ama tanıtımlardan çok başka bir Can Manay ve
Ozan Güven izledim. Ve izlediğimden de oldukça memnun kaldım. Kendini tamamen
soyutlamış ve bambaşka biri olmuş. Oturuşu, kalkışı, su içişi, gülümseyişi…
Hepsi yeni ve hepsi Can Manay. Vallahi tebrikler. Ağzım açık bitirdim ilk
maratonu daha ne diyeyim. Peki ya Büşra Develi? Bilge ve hikayesinin
ilerleyişini o kadar deli bir merakla bekliyorum ki anlatamam. Can Manay’la
aralarındaki ilişkinin gelişimini de merak ediyorum. Ay hepsini merak ediyorum.
Bölümler hemen gelse keşke!
Bunlar ne olacak çok merak ediyorum ^^
Biraz da dilim döndüğünce teknik kısımdan bahsedeceğim. İşin
erbabı değilim, bir hatam olursa affola. Dizinin bir bölümünün -aşağı yukarı- 60
dakika oluşu bizi uzun slow-motion çekimlerden kurtarmış. Sahneler hızla
akıyor, ne olacaksa oluyor ve izleyici ekran karşısında bayılmıyor. TENK YU
ALLAHIM, TENK YU! İki saat birbirine yürüyen karakterlerden, bitmeyen
bakışmalardan yılmıştık. TENK YU, ÇOK TENK YU!
Mekanlara bayıldım. Evler, ofis, okul… Hepsi özenle seçilmiş
ve her bir karakteri yansıtan mekanlar olmuş. Dizinin ekran rengi de ne çok
karanlık ne de apaydınlık. O da güzel. Müzikleri ilk üç bölümde biraz zayıf
bulmuştum. Ama bu kez daha çok beğendim. Ne fark var ya da fark var mı
bilmiyorum. Belki de benim ruh halimle alakalıydı. Makyajlar o kadar güzel ki…
Kadınlar hem bakımlı hem de abartıdan uzak makyajlarıyla göz dolduruyor. Bazı
sahnelerde hiç makyaj yokmuş gibi duruyorlardı. En sevdiğim! Böyle olunca daha
bizden, daha gerçekçi oluyor izlediğimiz. Başrol kadın oyuncu sabah uyandığında
daha yataktayken allığına kadar makyajlı olunca ben ciddiye alamıyorum o işi ne
yazık ki. Küçük ama önemli noktalar benim için. Bu konuda da benden tam not
aldılar.
İşin özü ben keyifle izliyorum. İzlemeye de devam edeceğim.
Can Manay ve sırlarla dolu hayatında bakalım daha neler olacak. Beklemede kal!