Evet, bölümde koku dünyasının tarihi gerçekleri ile örtüşen ilginç
bazı sahneler var. Kısa kısa bakalım bunların bazılarına:
// Öncelikle müteveffa sabun ve diğer malzeme satıcısı muhteremin
sabun satmasının neden önemli olduğu ile başlayalım. Sabun ve sabunlu temizlik,
yaygın olarak günlük hayatın içine o yıllarda yeni yeni giriyor diyebiliriz. İsveçlilerin temizlik tutkusuysa
taa Viking'lere kadar giden bir olgu. Viking deyince barbar ve kan akıtan
vahşiler olarak kabullenmek gibi bir ön koşulumuz var nedense. Oysa gerçek
böyle değil ve misal İngilizlerle karşılaştırıldığında çok daha kapsamlı bir
temizlik anlayışları mevcut İsveç'lilerin atalarının. Haftada bir mutlaka
yıkanıyorlar, illa ki kirli giysilerini değiştiriyorlar, yemek sonrasında
ağızlarını çalkalıyorlar, bir de üstüne saçlarını filan muntazam tarıyorlar bu
muhteremler.
Satıcının sabunlarıysa İngiltere'den gelme, zira o dönemlerde İngiliz
sabunculuğu pek bir meşhur. Yardley, Pears, Atkinsons filan o günlerde bugünün
bilindik parfüm markaları kadar bilinen isimler. Sabun parfümlendirmesinin de o
dönem için sıradan halkın ulaşabildiği tek kokulu ürün olmak gibi bir özelliği
var. Kısaca şunu diyebiliriz: Uzun yıllar boyunca parfümlü ürünlerin en
yaygınlaşmış hali, sabundur. Bilindik tarihi Fransız parfümcülerin bir kısmı da
eğitimlerini İngiliz sabuncularının yanında almış, neden sonra memlekete
dönerek rüştünü ispat etmiş meslek erbabıdır. Yakından tanıdığınız bazı güncel isimler, mesela meşhur parfümcü Guerlain ailesi de bunlardan biridir, şaşırmayın.
// Gene müteveffa tüccar beyin müşterisini ikna etmek için özel çaba
sarfettiğini gördüğümüz çay, o yıllarda batının doğudan aldığı en büyük ekonomik
değer. Diziyi tanıtan metinde bahsetmiş olduğum İsveç Doğu Hindistan
Şirketi'nin (Svenska Ostindiska Companiet/SOIC) var olduğu süre boyunca İsveç'e
getirdiği muhtelif egzotik emtea içinde
de %90 ile çay ilk sırayı alıyor. Gelen çayın bir kısmı ülkede kalıyor,
önemli bir bölümü de çay düşkünlüğü çok daha fazla olan İngiltere'ye, üstelik
kaçak olarak satılıyor. 1813 yılından bir kargo manifestosunda diğer emtea
yanında çaylara ilişkin şöyle bir döküm görüyoruz: Bohea Çayı (467,491 kilo),
Congou çayı (41,090 kilo), Souchong Çayı (30,567 kilo), Pekoe Çayı (7,804
kilo), Hyson çayı (5,713 kilo).
Çin'den çay çeken tek şirket İsveç şirketi değil. Bu alanda neredeyse
tekel olanlar, aslında İngilizler (East India Company). Gelelim zurnanın “zırt”
ettiği yere: İngilizlerin kargo kuralları İsveç'lilerden çok daha sıkı. Bir
İngiliz gemisinde eğer kargo olarak çay varsa, aynı geminin misk taşımasına
müsaade edilmezdi. Bölümde de gördüğümüz üzere misk oldukça baskın ve kuvvetli
bir koku kaynağı ve beraberinde taşınan diğer kargo eşyasına kokusu
sinebiliyor. Müteveffanın sattığı çayın farklı bir kokusu olmasının sebebi de
zaten bu. Cinayet mahalli olan dükkanda satılan çay, miskle beraber taşınmış,
dolayısıyla çay ve misk kokularının birbirine karıştığı nadide örneklerden.
// Çayın koku ile ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz. Lütfen bir de
burnuzu tıkayarak yudumlayın çayınızı ve sizin “tat” diye adlandırdığınız
toplam deneyimin içinde koku ögesinin ne kadar önemli bir yeri olduğunu
kendiniz görün. Sadece kokusundan mülhem bir keyif değil, canlandırıcı olma
özelliği nedeniyle ilaç olarak da kabul görüyor o yıllarda çay. Merhum
satıcının müşterisini ikna etmek için kullandığı argümanlar içinde “ama aslında
ilaçtır” benzeri bir söylemin de yer almış olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.
// Bölüme damgasını vuran ve
cinayet sebebi olan misk, Moschus moschiferus isimli bir cins Asya
geyiğinin testislerinin hemen üzerindeki bezenin içinden elde edilir. Latince
ismine kaynaklık eden Moschus
kelimesi Sanskrit'çe mushkas'tan türer ve “testis” anlamındadır. Saf
hali ile günlük ortamlarda pek kolay kabul
edilemeyecek bir kokusu vardır ve affınıza mağruren “terli apışarası”
gibi kokuyor diyebiliriz. Ne var ki muhtelif çözücüler içinde seyreltildikçe bu
kanaat değişir ve “hoş” diye tanımlayabileceğimiz bir kokuya doğru hızla
evrilir.
Hayvanın cinsel çağrı amacıyla salgıladığı düşünülen ve iki kısa
kanalla idrar kesesine bağlanarak idrarına karışan misk, hem erkek geyiğin
dişisine ulaştırdığı “kızışma” kokusu olması, hem elde edildiği bölge
(genital), hem de kokunun saf haldeki profilinden dolayı tarih boyunca hep
afrodizyak ve erojen bir koku olarak bilindi.
Bu anlamda katilin iktidarsızlığının tedavisi amacıyla adam öldürmek
bahasına misk peşine düşmesi, gene bölümde sarfedilen “a scent to die for”
(uğruna ölünecek koku) cümlesinde tam olarak karşılığını buluyor diyebiliriz.
// Müfettişimizin yaralı devrimci arkadaşını tedavi ettiği sırada
ziyarete Magdalena evden çıktıktan sonra havayı koklar gibi yapması, cinayet
mahallinde duyumsamış olduğu kokunun hanımefendinin parfümünün de içinde yer
aldığını farketmiş olmasından kaynaklanıyor. Misk ve amber, o dönem sadece
zenginlerin ulaşabildiği lüks bir ürün olan parfümlerin vazgeçilmez içerik
maddesiydi.
// Daadh, tabanca imalatçısının atölyesine girip kendisine gösterilen
ve tamire bırakılmış iki tabanca örneğinin hangisinin kabzasına cinayet
mahallinde bulduğu parçacığın uyabildiğini kontrol ederken, aynı zamanda doğru
örnek olduğuna inandığı tabancayı koklamayı da ihmal etmiyor. Aradığı, kabzaya
sinmiş olan misk kokusu elbette.
Kokuyla ilgili başka kısa sahneler de var elbette bu bölümün içinde.
Misal, soğutma teknolojilerinin söz konusu olmadığı bir dönemde müfettişimizin
morga girişte burnunu tıkamak zorunda kalması filan gibi. Ama artık lafı daha
fazla uzatmasam ve sizi obsesyonlarımdan azade bıraksam hiç de fena olmayacak
gibi. Sonuçta hareketli imgelerin hızlı dünyasından çıkıp durağan metinlerin
içine gömülmek, en azından yaşanan hız düşmesi nedeniyle sıkıcı gelebilir. Bu
nedenle buna bile şükür diyerek müsaadenizi rica ediyorum ve sabrınız için
teşekkür ediyorum.