Anno 1790: Bir polisiye dizi üzerinden Aydınlanma Dönemi

ANNO 1790, İkinci Bölüm: Parfümlü Tabanca


Evet, bölümde koku dünyasının tarihi gerçekleri ile örtüşen ilginç bazı sahneler var. Kısa kısa bakalım bunların bazılarına:
 
// Öncelikle müteveffa sabun ve diğer malzeme satıcısı muhteremin sabun satmasının neden önemli olduğu ile başlayalım. Sabun ve sabunlu temizlik, yaygın olarak günlük hayatın içine o yıllarda yeni yeni giriyor  diyebiliriz. İsveçlilerin temizlik tutkusuysa taa Viking'lere kadar giden bir olgu. Viking deyince barbar ve kan akıtan vahşiler olarak kabullenmek gibi bir ön koşulumuz var nedense. Oysa gerçek böyle değil ve misal İngilizlerle karşılaştırıldığında çok daha kapsamlı bir temizlik anlayışları mevcut İsveç'lilerin atalarının. Haftada bir mutlaka yıkanıyorlar, illa ki kirli giysilerini değiştiriyorlar, yemek sonrasında ağızlarını çalkalıyorlar, bir de üstüne saçlarını filan muntazam tarıyorlar bu muhteremler.
 
Satıcının sabunlarıysa İngiltere'den gelme, zira o dönemlerde İngiliz sabunculuğu pek bir meşhur. Yardley, Pears, Atkinsons filan o günlerde bugünün bilindik parfüm markaları kadar bilinen isimler. Sabun parfümlendirmesinin de o dönem için sıradan halkın ulaşabildiği tek kokulu ürün olmak gibi bir özelliği var. Kısaca şunu diyebiliriz: Uzun yıllar boyunca parfümlü ürünlerin en yaygınlaşmış hali, sabundur. Bilindik tarihi Fransız parfümcülerin bir kısmı da eğitimlerini İngiliz sabuncularının yanında almış, neden sonra memlekete dönerek rüştünü ispat etmiş meslek erbabıdır. Yakından tanıdığınız bazı güncel isimler, mesela meşhur parfümcü Guerlain ailesi de bunlardan biridir, şaşırmayın.
 
// Gene müteveffa tüccar beyin müşterisini ikna etmek için özel çaba sarfettiğini gördüğümüz çay, o yıllarda batının doğudan aldığı en büyük ekonomik değer. Diziyi tanıtan metinde bahsetmiş olduğum İsveç Doğu Hindistan Şirketi'nin (Svenska Ostindiska Companiet/SOIC) var olduğu süre boyunca İsveç'e getirdiği muhtelif egzotik emtea içinde  de %90 ile çay ilk sırayı alıyor. Gelen çayın bir kısmı ülkede kalıyor, önemli bir bölümü de çay düşkünlüğü çok daha fazla olan İngiltere'ye, üstelik kaçak olarak satılıyor. 1813 yılından bir kargo manifestosunda diğer emtea yanında çaylara ilişkin şöyle bir döküm görüyoruz: Bohea Çayı (467,491 kilo), Congou çayı (41,090 kilo), Souchong Çayı (30,567 kilo), Pekoe Çayı (7,804 kilo), Hyson çayı (5,713 kilo).
 
Çin'den çay çeken tek şirket İsveç şirketi değil. Bu alanda neredeyse tekel olanlar, aslında İngilizler (East India Company). Gelelim zurnanın “zırt” ettiği yere: İngilizlerin kargo kuralları İsveç'lilerden çok daha sıkı. Bir İngiliz gemisinde eğer kargo olarak çay varsa, aynı geminin misk taşımasına müsaade edilmezdi. Bölümde de gördüğümüz üzere misk oldukça baskın ve kuvvetli bir koku kaynağı ve beraberinde taşınan diğer kargo eşyasına kokusu sinebiliyor. Müteveffanın sattığı çayın farklı bir kokusu olmasının sebebi de zaten bu. Cinayet mahalli olan dükkanda satılan çay, miskle beraber taşınmış, dolayısıyla çay ve misk kokularının birbirine karıştığı nadide örneklerden.
 
// Çayın koku ile ne ilgisi var diye düşünebilirsiniz. Lütfen bir de burnuzu tıkayarak yudumlayın çayınızı ve sizin “tat” diye adlandırdığınız toplam deneyimin içinde koku ögesinin ne kadar önemli bir yeri olduğunu kendiniz görün. Sadece kokusundan mülhem bir keyif değil, canlandırıcı olma özelliği nedeniyle ilaç olarak da kabul görüyor o yıllarda çay. Merhum satıcının müşterisini ikna etmek için kullandığı argümanlar içinde “ama aslında ilaçtır” benzeri bir söylemin de yer almış olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.
 
//  Bölüme damgasını vuran ve cinayet sebebi olan misk, Moschus moschiferus isimli bir cins Asya geyiğinin testislerinin hemen üzerindeki bezenin içinden elde edilir. Latince ismine  kaynaklık eden Moschus kelimesi Sanskrit'çe mushkas'tan türer ve “testis” anlamındadır. Saf hali ile günlük ortamlarda pek kolay kabul  edilemeyecek bir kokusu vardır ve affınıza mağruren “terli apışarası” gibi kokuyor diyebiliriz. Ne var ki muhtelif çözücüler içinde seyreltildikçe bu kanaat değişir ve “hoş” diye tanımlayabileceğimiz bir kokuya doğru hızla evrilir.
 
Hayvanın cinsel çağrı amacıyla salgıladığı düşünülen ve iki kısa kanalla idrar kesesine bağlanarak idrarına karışan misk, hem erkek geyiğin dişisine ulaştırdığı “kızışma” kokusu olması, hem elde edildiği bölge (genital), hem de kokunun saf haldeki profilinden dolayı tarih boyunca hep afrodizyak ve erojen bir koku olarak bilindi.
 
Bu anlamda katilin iktidarsızlığının tedavisi amacıyla adam öldürmek bahasına misk peşine düşmesi, gene bölümde sarfedilen “a scent to die for” (uğruna ölünecek koku) cümlesinde tam olarak karşılığını buluyor diyebiliriz.
 
// Müfettişimizin yaralı devrimci arkadaşını tedavi ettiği sırada ziyarete Magdalena evden çıktıktan sonra havayı koklar gibi yapması, cinayet mahallinde duyumsamış olduğu kokunun hanımefendinin parfümünün de içinde yer aldığını farketmiş olmasından kaynaklanıyor. Misk ve amber, o dönem sadece zenginlerin ulaşabildiği lüks bir ürün olan parfümlerin vazgeçilmez içerik maddesiydi.
 
// Daadh, tabanca imalatçısının atölyesine girip kendisine gösterilen ve tamire bırakılmış iki tabanca örneğinin hangisinin kabzasına cinayet mahallinde bulduğu parçacığın uyabildiğini kontrol ederken, aynı zamanda doğru örnek olduğuna inandığı tabancayı koklamayı da ihmal etmiyor. Aradığı, kabzaya sinmiş olan misk kokusu elbette.
 
Kokuyla ilgili başka kısa sahneler de var elbette bu bölümün içinde. Misal, soğutma teknolojilerinin söz konusu olmadığı bir dönemde müfettişimizin morga girişte burnunu tıkamak zorunda kalması filan gibi. Ama artık lafı daha fazla uzatmasam ve sizi obsesyonlarımdan azade bıraksam hiç de fena olmayacak gibi. Sonuçta hareketli imgelerin hızlı dünyasından çıkıp durağan metinlerin içine gömülmek, en azından yaşanan hız düşmesi nedeniyle sıkıcı gelebilir. Bu nedenle buna bile şükür diyerek müsaadenizi rica ediyorum ve sabrınız için teşekkür ediyorum.
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER