Vatanım Sensin: Biçare solan hayatlar!

Masumiyetin, vicdanın rüzgarına kapıldıklarında yan yana gelmişlerdi ilk defa. İkisi de birbirinizi tanımaz, içlerindeki ateşi bilmezken. Bu kargaşanın içinde bir yaşamı kurtarmak istediler. Kanadı kırılmıştı serçenin, elindeki ile yetemezken kendine, bu uçurumu aşması için Leon gelmiş, onun diğer kanadı olmuştu. Çünkü biliyordu "Kanatları olmayanlar uçurumları aşamaz ve tek bir kanat hiçbir kuşu uçurmaya yetmez.’’ Önlerindeki tüm engelleri böyle sileceklerdi. Uçurumları aşmak için birbirlerinin kolu kanadıydılar artık. O kanadın adı Andreas’tı. Bu savaşın ortasında adalet için ilk ortaklıklarıydı… Aralarındaki duvarı yıkmak isterken o duvardaki ilk çatlağın sahibinin adından başka bir mahlas düşünemezdi Leon. Gerçekleri söylemekten korkmuyordu artık, susmuyordu. Sanmayın ki Halit İkbal’iniz tek bu yolda…Sanmayın ki yanlışların karşısında bir tek o duruyor. Bu karanlık işgalcilerin ortasında ayın zarif ışığı ile ilerleyen biri daha vardı artık... Andreas Akis…

Sevdasını vatanıyla eş tutan bir kız sessiz kalır mıydı bu çağrıya? Görmezden gelir miydi Andreas Akis’i? Gelmezdi… Gelmedi de. Harf harf satır satır yazdı. ‘’Halit İkbal ölmedi.’’ diye. Benim kolum da kanadım da yine benim, kimseye ihtiyacım yok dercesine haykırdı düşüncelerini. ‘’Vatanın hürriyetini görmeden de ölmeye niyeti yok! ‘’ Bilmez miydi vatanının çorak topraklarının filizlendiğini? Bu fırtınanın ortasında direnen filizleri görmez miydi? Yüreğindeki aşkla hürriyetinin dalgalanan sesini duymaz mıydı?

Yunan’ın uzattığı tüm dalları kırmak isterken yine bir Yunan çekip aldı onu bu tufanın içinden. Kızgındı. ’’Ne yapıyorsun?‘’ sorusuna sakin kalamayacak, en az onu içinden çektiği tufan kadar öfkeliydi.. "Asıl sen ne yapıyorsun? Neden ikazlarımı dinlemiyorsun? Neden o yazıyı yazmaya devam ediyorsun?" peş peşe sıraladı sorularını. Onu, yanağında hissettiği buz kesiğine benzeyen acısıyla yaralayan tokata rağmen, yanına gidip uyardığı halde bu sorumsuzluğuna sinirliydi. ‘’Asıl sen neden beni ikaz ediyorsun? Neden vazifeni yapmıyorsun?‘’ diye soran Hilal’e baktı uzun uzun. Mavinin en güzel tonuna sahip, her gün yeniden yaşayabilme gücünü ona veren gözlere…Bundan gayri mühim vazife mi olurdu? ‘’Cevabını bildiğiniz soruyu niçin soruyorsunuz küçük hanım?‘’ derken tüm dillerde seni seviyorum dercesine baktı imkansızlığı tattığı gözlere. Bir serçenin yüreğini ısıtacak kadar güzel bu itirafa teslim edememişti kendini. Cevabını dudaklarında tattığı bu sorunun sonrasını da biliyordu çünkü. ‘’O geceki hareketimi de mazur gör... Aklım karıştı.’’ lafını hatırladı. Canı yandığı yetmezmişçesine ‘’İşgalci bir Türk kızına his beslemem kabil değil.‘’ diye batırmıştı kalbine cam kırıntılarını.

Yüreğindeki can kırıntılarının sızısını bastırarak ‘’O manasız hareketiniz için size haddinizi bildirmiştim.’’ dedi. Beni yaraladığını görmene izin vermeyeceğim. Bu kırıntıları tek başıma çıkaracak, yaralarıma tek başıma merhem olacağım dercesine savurdu kelimeleri. Leon ise ondan daha yaralıydı belki de. Canını yakmak ya da acını izlemek için burada değilim. ‘’Onunla... Onunla bir alakası yok.’’ diyordu. Kendi canım yanmasın, ellerimle kendi esaretimi kelepçelediğim elleri kesip atmasınlar, tekrardan o urgan boynuna değmesin diye buradayım diyemedi. ‘’Anlamıyor musun ? Öldürürler seni bu defa!‘’ dedi öfkesini sesine taşıyarak. Ne bir Yunan, ne bir Teğmen, ne de bir işgalciydi o an Leon. Hilal’in yıllardır korunmaya muhtaç ürkek kalbini titretecek kadar erkekti. Alt metinlerle dolmadan, farklı yollara sapmadan tüm öfkesi, tüm kızgınlığı kendisineydi. Sırf canını tehlikeye atıyor diyeydi bu hırçın bakışların sebebi. Ne vatan için, ne bayrak içindi bu kavga. ‘’Anneni bir de seninle mi imtihan etmek istiyorsun, bu nasıl bir aymazlık?‘’ diye ısınan toprak kahvesi gözlerin isyanı kendisineydi. ‘’Cesaret ne vakit aymazlık oldu ?‘’ diyerek daha da ısıttı o toprakları.

Vatanı için yapabileceklerini biliyordu Leon, onun cesaretini görmüştü. İstediği susup oturması değildi. İstediği adımlarını urgana değil de hürriyetine doğru atmasıydı. Bu yüzden yaz, kalemini asla bırakma, yine de yaz dercesine dizdi sözcüklerini. ‘’Ahmakça cesaretin neticesi bellidir küçük hanım. O keskin zekanızı daha iyi kullanırsanız kendinizi bu kadar riske atmadan da fikirlerinizi ifade edebilirsiniz.’’ kabullenmek istemedi Hilal. Yine teslim etmek istemedi kendini içindeki fırtınaya. Benim sözlerim de benim kadar gerçek ‘’Sen git Andreas mı ne? Onu tutukla ipe sapa gelmez yazılarıyla insanları kandırmaya çalışmasın.’’ dedi. Nasıl ki sevgisine inanamıyorsa Leon’un hangi sıfatı çıkarsa çıksın yine aynı kuşkuya düşüyordu. Kral These ise Hilal’in gerçek Leon’u, elleri silah değil kalem tutan Leon’u görmesini bir tebessümle taçlandırıyordu yüzünde. Varmayı  istediği kıyıları amaç edinirken kendine çok hata yapmış, çok yanlışlara sapmıştı. Niyetini anlasın istemiş olacak ki kapıdan ayrılırken durduğu Hilal’e ‘’Tek gayem… Hayatta kalmanız. Başka bir gayem yok.’’ diyerek her gün yaşamak istemesinin yegane amacını sundu. O an Smynra’de hiç olmadığı biriydi. Ne hemşire, ne Halit İkbal, ne de Amazon Kadını’ydı. Ürkek bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Korunmaya hasret, sevgiye susuz bir kız çocuğu. ‘’Neden? Neden hayatta kalmam sizi bu kadar alakadar ediyor?‘’ dedi titreyen yüreğine eşlik eden sesi ile. Leon’un sessiz cevabında kırdığını düşündüğü o dallarda tutunacak bir umut arıyordu. Lakin alamadı. Sessizliklerinden biriktirdiği umutlarına bir yenisini daha ekledi giderken..

Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER