Masumiyetin, vicdanın
rüzgarına kapıldıklarında yan yana gelmişlerdi ilk defa. İkisi de birbirinizi
tanımaz, içlerindeki ateşi bilmezken. Bu kargaşanın içinde bir yaşamı kurtarmak
istediler. Kanadı kırılmıştı serçenin, elindeki ile yetemezken kendine, bu
uçurumu aşması için Leon gelmiş, onun diğer kanadı olmuştu. Çünkü biliyordu
"Kanatları olmayanlar uçurumları aşamaz ve
tek bir kanat hiçbir kuşu uçurmaya yetmez.’’ Önlerindeki tüm engelleri
böyle sileceklerdi. Uçurumları aşmak için birbirlerinin kolu kanadıydılar
artık. O kanadın adı Andreas’tı. Bu savaşın ortasında adalet için ilk
ortaklıklarıydı… Aralarındaki duvarı yıkmak isterken o duvardaki ilk çatlağın
sahibinin adından başka bir mahlas düşünemezdi Leon. Gerçekleri söylemekten
korkmuyordu artık, susmuyordu. Sanmayın ki Halit İkbal’iniz tek bu
yolda…Sanmayın ki yanlışların karşısında bir tek o duruyor. Bu karanlık
işgalcilerin ortasında ayın zarif ışığı ile ilerleyen biri daha vardı artık... Andreas Akis…
Sevdasını vatanıyla eş
tutan bir kız sessiz kalır mıydı bu çağrıya? Görmezden gelir miydi Andreas
Akis’i? Gelmezdi… Gelmedi de. Harf harf satır satır yazdı. ‘’Halit İkbal ölmedi.’’ diye. Benim kolum da kanadım da yine benim,
kimseye ihtiyacım yok dercesine haykırdı düşüncelerini. ‘’Vatanın hürriyetini görmeden de ölmeye niyeti yok! ‘’ Bilmez
miydi vatanının çorak topraklarının filizlendiğini? Bu fırtınanın ortasında
direnen filizleri görmez miydi? Yüreğindeki aşkla hürriyetinin dalgalanan
sesini duymaz mıydı?
Yunan’ın uzattığı tüm
dalları kırmak isterken yine bir Yunan çekip aldı onu bu tufanın içinden.
Kızgındı. ’’Ne yapıyorsun?‘’ sorusuna
sakin kalamayacak, en az onu içinden çektiği tufan kadar öfkeliydi.. "Asıl sen ne yapıyorsun? Neden ikazlarımı
dinlemiyorsun? Neden o yazıyı yazmaya devam ediyorsun?" peş peşe sıraladı
sorularını. Onu, yanağında hissettiği buz kesiğine benzeyen acısıyla yaralayan
tokata rağmen, yanına gidip uyardığı halde bu sorumsuzluğuna sinirliydi. ‘’Asıl sen neden beni ikaz ediyorsun? Neden
vazifeni yapmıyorsun?‘’ diye soran Hilal’e baktı uzun uzun. Mavinin en
güzel tonuna sahip, her gün yeniden yaşayabilme gücünü ona veren gözlere…Bundan
gayri mühim vazife mi olurdu? ‘’Cevabını
bildiğiniz soruyu niçin soruyorsunuz küçük hanım?‘’ derken tüm dillerde
seni seviyorum dercesine baktı imkansızlığı tattığı gözlere. Bir serçenin
yüreğini ısıtacak kadar güzel bu itirafa teslim edememişti kendini. Cevabını
dudaklarında tattığı bu sorunun sonrasını da biliyordu çünkü. ‘’O geceki hareketimi de mazur gör... Aklım
karıştı.’’ lafını hatırladı. Canı yandığı yetmezmişçesine ‘’İşgalci bir Türk kızına his beslemem kabil
değil.‘’ diye batırmıştı kalbine cam kırıntılarını.
Yüreğindeki can
kırıntılarının sızısını bastırarak ‘’O
manasız hareketiniz için size haddinizi bildirmiştim.’’ dedi. Beni
yaraladığını görmene izin vermeyeceğim. Bu kırıntıları tek başıma çıkaracak,
yaralarıma tek başıma merhem olacağım dercesine savurdu kelimeleri. Leon ise
ondan daha yaralıydı belki de. Canını yakmak ya da acını izlemek için burada
değilim. ‘’Onunla... Onunla bir alakası
yok.’’ diyordu. Kendi canım yanmasın, ellerimle kendi esaretimi kelepçelediğim
elleri kesip atmasınlar, tekrardan o urgan boynuna değmesin diye buradayım
diyemedi. ‘’Anlamıyor musun ? Öldürürler
seni bu defa!‘’ dedi öfkesini sesine taşıyarak. Ne bir Yunan, ne bir
Teğmen, ne de bir işgalciydi o an Leon. Hilal’in yıllardır korunmaya muhtaç
ürkek kalbini titretecek kadar erkekti. Alt metinlerle dolmadan, farklı yollara
sapmadan tüm öfkesi, tüm kızgınlığı kendisineydi. Sırf canını tehlikeye atıyor
diyeydi bu hırçın bakışların sebebi. Ne vatan için, ne bayrak içindi bu kavga. ‘’Anneni bir de seninle mi imtihan etmek
istiyorsun, bu nasıl bir aymazlık?‘’ diye ısınan toprak kahvesi gözlerin
isyanı kendisineydi. ‘’Cesaret ne vakit
aymazlık oldu ?‘’ diyerek daha da ısıttı o toprakları.
Vatanı için
yapabileceklerini biliyordu Leon, onun cesaretini görmüştü. İstediği susup
oturması değildi. İstediği adımlarını urgana değil de hürriyetine doğru
atmasıydı. Bu yüzden yaz, kalemini asla bırakma, yine de yaz dercesine dizdi
sözcüklerini. ‘’Ahmakça cesaretin
neticesi bellidir küçük hanım. O keskin zekanızı daha iyi kullanırsanız
kendinizi bu kadar riske atmadan da fikirlerinizi ifade edebilirsiniz.’’
kabullenmek istemedi Hilal. Yine teslim etmek istemedi kendini içindeki
fırtınaya. Benim sözlerim de benim kadar gerçek ‘’Sen git Andreas mı ne? Onu tutukla ipe sapa gelmez yazılarıyla
insanları kandırmaya çalışmasın.’’ dedi. Nasıl ki sevgisine inanamıyorsa
Leon’un hangi sıfatı çıkarsa çıksın yine aynı kuşkuya düşüyordu. Kral These ise
Hilal’in gerçek Leon’u, elleri silah değil kalem tutan Leon’u görmesini bir
tebessümle taçlandırıyordu yüzünde. Varmayı
istediği kıyıları amaç edinirken kendine çok hata yapmış, çok yanlışlara
sapmıştı. Niyetini anlasın istemiş olacak ki kapıdan ayrılırken durduğu Hilal’e
‘’Tek gayem… Hayatta kalmanız. Başka bir
gayem yok.’’ diyerek her gün yaşamak istemesinin yegane amacını sundu. O an
Smynra’de hiç olmadığı biriydi. Ne hemşire, ne Halit İkbal, ne de Amazon Kadını’ydı.
Ürkek bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Korunmaya hasret, sevgiye susuz bir kız
çocuğu. ‘’Neden? Neden hayatta kalmam
sizi bu kadar alakadar ediyor?‘’ dedi titreyen yüreğine eşlik eden sesi
ile. Leon’un sessiz cevabında kırdığını düşündüğü o dallarda tutunacak bir umut
arıyordu. Lakin alamadı. Sessizliklerinden biriktirdiği umutlarına bir yenisini
daha ekledi giderken..
Yazı devam ediyor...